KARAYAĞIZ KATUN’UN KANAT SESLERİ

05.11.2002

Derler ki…,
Tanrı insanlığa özgü 3 özellik yaratmış: Dürüstlük, akıl ve siyasi irade… Ama kimseye 2’den fazlasını vermezmis.
Dolayısıyla,
Eğer dürüst ve akıllı iseniz, siyasetçi değilsinizdir.
Eğer dürüst ve siyasetçi iseniz, akıllı değilsinizdir.
Eğer akıllı ve siyasetçi iseniz, dürüst değilsinizdir.

13.10.2002

“Mektubu yazan ihtiyât zâbit (yedek subay) namzedi Edhem, Istanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devâm ederken, aynı zamanda Bayazıt Numûne Mektebi’nde öğretmenmiş (1912). Gönüllü olarak katıldığı Çanakkale Savaşı’nda bu mektubu yazdıktan sonra şehitlik mertebesine yükselmiş.”

 

BİR ÇANAKKALE ŞEHÎDİNİN SON MEKTUBU

Vâlideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!

Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden gelen mektup geldi diyerek tebrîk ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim; güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sedâ ile beni tebşîr ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim; çığıl çığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektupdan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedâsı ile beni tebşîr ediyor ve hissiyâtıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.

– İşte bu geçen dakîkalar ânında, hizmet eri:

– Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, – dedi.

– Pekâlâ, – dedim. Aldım baktım, sütlü çay…

– Mustafa, bu sütü nereden aldın? – dedim.

– Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?

– Evet, – dedim. – Evet, ne kadar güzel!

– İşte onun çobanından on paraya aldım.

Vâlideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.

Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben vâlidem sâyesinde onun gönderdiği para ile süt içeyim de, annem içmesin, olur  mu? Şevket neden içmiyor? dedim.

Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Vâliden kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını tetkîk edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”

Şevket merâk etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.

Fakat vâlideciğim, sen yine de müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabiî manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sâyende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allahım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi! Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudât onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:

– Ey Türk’lerin Ulu Tanrı’sı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâliki! Sen bütün bunları Türk’lere verdin*. Yine Türk’lerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdîs eden ve seni ulu tanıyan Türk’lere mahsustur.

“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün mahveyle!”

diyerek bir duâ ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrûr bir kimse tasavvur edilemezdi.

Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir.

Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?

Kadir’e mektup yazdım.

Vâlideciğim, evdeki senet vesâireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa bilmiyoruz deyin.

Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu dünya böyledir.

Fakat sen merâk etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.

Vâlideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun

Hasan Edhem

4 Nisan 1331

(17 Nisan 1915)

Tonyukuk’un eki: *Takdîr-i ilâhî öyledir ki Türk’ler, yeryüzündeki her iyi şeyin en mükemmeline lâyıktırlar. Bu târîh boyunca böyle olmuştur, ebedîyen de böyle olacaktır. İnanmaz iseniz lûtfen etrâfınıza bir bakınız.

* * *

12.10.2002

NEPTÜNYUM ELEMENTİ

93 Atom Numaralı Neptünyum radyoaktif bir element ve uranyum pillerinin üretiminde kullanılıyor.
1940ta Kaliforniya Üniversitesi profesörlerinden Amerikalı McMillan ve Abelson tarafından keşfedilen
bu radyoaktif element ile son yıllarda enerji üretiminde had safhada faydalanılıyor.
Üstelik de alternatifleri içinde en ucuza maledilen bir tanesi.
Peki bilin bakalım bu Neptünyum dünyada en çok nerede bulunuyor?
Türkiye’de.
Tahmin edilen rezerv ne kadar?
127.000 Ton.
Sonra hangi ülke geliyor?
Bulgaristan.
Onun rezervi ne kadar?
2.500 Ton.
Peki sahip olduğumuz Neptünyum’un değeri ne kadar?
Çok şaşıracaksınız: 9 Trilyon Amerikan Doları…
Türkiyenin,

İç borcu: 85 milyar Amerikan Doları.
Dış borcu: 125 milyar Amerikan Doları.
Toplam:      210 milyar Amerikan Doları.
Elimizdeki Neptünyum’un değerini tekrar ediyorum: 9 TRİLYON Amerikan Doları.
Yani toplam borcumuzun 40 kat fazlası.
Önce Bor sonra Toryum simdi de Neptünyum.
Bilgilenmek ve bildirmek amacı ile mail listenize ulaştırın…
Kim işletecek bu madenleri?

Tonyukuk’un eki: Devlet yeterince büyük ve hantal!.. (Ne demekse…) Demek ki bu mâdenleri işletme işi devletin bunca işi var iken yine devletin üstüne yıkılamaz. Zâten böyle bir yıkım âdil de değildir.

O zaman iyi bir komisyoncu bulunur. Mâdenler, bu iyi komisyoncuya en iyi komisyonu! verecek olan on âileden birine devredilir. Ya da meselâ, inekoğlanlara veyâ onların âhı gitmiş vâhı kalmış akıl hocalarına, iç ve dış borçlarımızı karşılamaları kayıt ve garantisi ile devredilir. 1. netîce: Mâdenin on âileden birine verilmesi hâlinde mâden kazma değil buharlaşma yöntemiyle çıkartılır. Buharlaşmayı önlemek için de buharı hortumlamak gerekir. Eldeki sun’î hortumlar bu iş için yetersiz kalırsa parası devlet kasasından karşılanmak üzere Filorida’dan tabiî hortum dahî ithâl edilebilir. 2. netîce: İş millet bile olmayan başka güruhlara ihâle edilirse, bunlar ırkî düzenbazlıklarını kullanarak, borçlarımızı ha bugün, ha yarın ödüyoruz diye bizi oyalarlar. Olsun, canları sağ olsun. Biz elimizdeki malı değerlendirmişiz ya, önemli olan zâten bu.

Bu minvâl üzre 10 yıl geçer…

Ve her iki netîcenin de iki maddelik müşterek netîcesi şöyle olur: 1. madde: Eğer Türkiye parçalanmadan 10 yıl daha yaşayabilirse, bu sürenin sonunda Türkiye’de Neptünyum diye bir element kalmaz. Dolayısıyla neptünyumun kendisi de, biz de, devlet de bu musîbetten kurtuluruz. 2. madde: yine bu 10 yılın sonunda Türkiye’nin,

85 milyar AMARKAN doları olan iç borcu, 850 milyar AMARKAN dolarına,

125 milyar AMARKAN doları olan dış borcu 1,25 trilyon AMARKAN dolarına

 210 milyar AMARKAN doları olan borç toplamı da 2,1 trilyon AMARKAN dolarına

yükselir. Olsun, zâten borç bini aşmış. Ha bin, ha ikitrilyonyüzmilyar AMARKAN doları, ne fark eder? Yeter ki; Yaşasın iyi komisyoncular… Yaşasın Türkiye’nin on büyük âilesi… Yaşasın inekoğlanlar… Yaşasın Evropa Birliği… Yaşasın bal dudak serçelerimiz… Yaşasın 3 Ağustos 2002… ve…..

YAŞASIN MAO!..

* * *

29.09.2002

FIKRA GİBİ ACI GERÇEK

EDİRNE’DEN DELİORMAN’A, BURSA’DAN ŞUMNU’YA, GÜMÜLCÜNE’DEN KARAORMAN’A, ISTANBUL’DAN LONDRA’YA DEK SEVGİLİ TOPRAKLARIMA İTHAFEN: KALBİM SİZİNLE!…

TTK

* * *

70 Yaşındaki Batı Trakya’lı Mehmet Amca belediyeye gider. Ancak yalnızca Türkçe bilmekte olduğu için Rum memur dediklerini anlamamazlıktan gelir.

Ta ki Mehmet Dede’nin gerçekten Rumca konuşamayacağına ikna olana dek.

Memurikus:

– Mehmet Bey, neden 70 yıldır Rumca öğrenmediniz ki?

Mehmet Dede:

– Ne bileyim ben burada 70 yıl kalacağınızı?!…

Tonyukuk’un eki: Mehmet Dede haklıdır. Bilinen 2200 yıllık târîhinde devlete hükmeden her hükûmet, Türk Devleti’ni, ilk 50 yıl içinde kağanlık (imparatorluk) yapmıştır. Mehmet Dede o hükûmetlerin hükmettiklerinin sulbündendir… Gerçekten Batı Paşaeli’nde palikaryanın 70 yıl kalacağını ne bilsindi. O, bütün felâketlerin kısa bir sürede aşılacağını ve Türkeli’nin en çok 50 yıl içinde yine kağanlık olacağını zannetmekte idi. Çünkü o atalarından öylece görmüştü; öyle alışmıştı.

Dede, gün olur devran döner!

* * *

28.09.2002

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI İLE TÜRKLER…

Kitap: Benden Selâm Söyle Anadolu’ya

Yazar: Dido Satiriyu

“…Türkler Küçük Asya’nın tek başlarına efendisi olmaktan çıkmışlardı artık. Beyin Alman’dı: Türk ise, kol. Biri tasarlıyor, öteki yapıyordu… Çok geçmeden İzmir’e bir Alman şefi geldi. Prusya üniformaları içinde fatih edalı kupkuru bir adamdı bu; Liman Von Sanders’ti adı… … ve Türkiye, tam bir Prusya sömürgesiydi.”

“… ve ekonomik hakimiyetlerini emniyet altına almak için, en alçakça planları kuran yabancı monopoller, her şeyden önce, Orta Doğu petrol bölgeleriyle Ön Asya’nın masallara lâyık zengin bölgelerinden geçerek, Bağdat’tan İzmir’e ulaşan demiryolu hattını ele geçirmek istiyorlardı.”

“… : Biz, Şeytan zekâlı Rum’larla Ermeni’ler, burada fazlaydık; kendinden geçmiş beylerin tüm ticaret hayatını reayaya bıraktığı, uyuyan bir Türkiye’de, haddinden fazla kilit noktası tutuyorduk elimizde…”

* * *

Hâlâ uykuda olanların, düşlerinin kâbusa dönüşmemesi dileği ile iyi uykular!

TTKvY

Tonyukuk’un eki: Hişşşşt! Lûtfen biraz sessiz olun; uyandıracaksınız!

İyi uykular Türkiye’m! Nerede uyunuyor ve uyutuluyor ise!…

* * *

24.09.2002

Hollandalı’ların (da) derdi: Bildiğimiz üzere, çok uğraşıyorlar, ama BEYHUDE:
”TÜRKLER, hâlâ TÜRKLERLE evleniyorlar!”
Evet, sevgili dostum, o hârika sitenizdeki sözlerinizden bir kez daha emin oldum:
Tengri bizleri gerçekten sonsuza dek koruyacaktır!
Tıpkı değerli dost, bilim adamı, Tataristan Özerk Cumhuriyeti Birleşik Devlet Müzesi Yüksek Bilim Üyesi, tarihçi Fargat Abdul-Hamitoviç Nurutdinov ya da kendisinin de çok sevdiği Türkiye Türkçesi ile, Ferhat Nurittinoğlu’nun deyimi ile:
”Bu suretle, biz kendi kültürümüzü korumak zorundayız; bu, birilerinin hoşuna gitsin, gitmesin; yoksa yenemeyiz.”

Daima sevgilerimle…
TTK

* * *